27 Kasım 2012 Salı

ZAMANE KIZLARI

Nefis makarna
 
Ahhh biz zamane kızları ahhh!
 
Yemek yok, temizlik yok, çocuğumuzu da başkasına baktırıyoruz. Analarımız, ninelerimiz tek başlarına kaç çocuk büyütüp, evin işini, aşını, kocasının söküğünü, çocuğunun ödevini ayırmadan koştururdu ya. Bitmişiz biz... Bu hikaye ise hiç bitmez....

Bir önceki postumda yazmıştım tavuk şaşkınlığımızı. Anadoluda büyüdüm ve pek şaşırmamalıyım aslında böyle şeylere. Hep vejeteryan olmak isteyip te olamayan iflah olmaz bir et bağımlısıyım ben. Et'in bir kaç çeşidi hariç neredeyse her cinsini tüketiyorum. Çocukken de anneannemin köyünde falan hep anneannemin yetiştirdiklerini yerdik, çeşit çeşit :( Keza arkadaşların  anneanne / babaannelerinin dağ köylerindeki evlerine ziyaretlerimizde tükettiklerimiz... Bahsetmesem daha iyi. O kadar uzun zaman olmuş ki, tadını bile unutup suni tavuğa tavuk demişim yıllarca.  
 
Enfes fındık kreması
Sadece et mi? Hayır, tarhanasından, yoğurduna, peynirine, salçasına, zeytinine (ev kırması), her bir şeyimiz olabildiğince ev yapımı olurdu ben çok küçükken. Yumurtayı tavuğun poposundan alıp gönderen olurdu bir yerden. Sütü eve getiren yaşlı bir amcanın yanı sıra bir de komşusu vardı anneannemin, sağdırıp alırdı. Babaannem bir lezzet ustası olarak, inanılmaz yemeklere imza atar, bizi doyurur, dışarıda yemek yedirtmezdi. Sonra ne oldu, hangi politikalar yıktı devirdi çingilde yoğurt satan bakkallarımızı bilmem, plastikler girdi hayatımıza. Yıllardır ağzıma sürmediğim bir dönem müdavim olduğum kolalar (Dr bana çayı yasakladıktan sonra kolaya sardım, iyi mi etmiş düşünsün şimdi) cam şişeden plastiğe dönerken, biz de çeşit çeşit meyveli buz ve şekil şekil dondurmayı soktuk hayatımıza. Gelsin Tombiler gitsin Çerezzalar. Bakkalımızın rafları zenginleşir, çeşidi, rengi bol bir cazibe merkezine dönüşürken bir çocuk için, Barbi çıkartmalarını toplamak için yaptığımız alışverişin sayısı arttıkça yanında aldığımız ekstralar da arttı.  Unla şekerle aram hiç iyi değilken, yavaş yavaş kaynaştık. Süt hastasıyken, dondurma ile barıştık. Neyseki kolayı hayatımın çok az bir dönemi tükettim. Çerezzzzzler ise, neredeyse hiç çıkmadı. Kısacası ilk çocukluk yıllarımdan sonra, ben çok özensiz ve pis beslendim. Neredeyse hamileliğimin başlangıcına dek... Emzirme dönemi bitince ise pislik tam gaz...
 
Leziz Zeytin
Evet uzun bir giriş oldu. Aslında demek istediğim şu, hala kendimizi kurtarabiliriz ama biz bu düzenin, hayatımızın her yerine yerleştirilmiş milyonlarca uyaranın kölesiyiz. Çok ta çaba sarf edemiyoruz, iş stresi, evin stresi, hayatın stresi, yaşayanlar için İstanbul'un trafik stresi derken, bari çocuklarımızı biraz daha bilinçli yetiştirelim. Kendimiz yapalım. Çocuklarımız bizim az da olsa gördüklerimizi görmediğinden kıyaslama şansına bile sahip olmayacak. Kendimiz yaparken, aldığımız malzemeyi de sorup soruşturalım. Esnaf ta bilinçlenir yavaş yavaş belki böylece.
 
Bu postun başlangıcını yazdığım sırada, bu konuda ilk adımımı attım. Bolca mevsim sebzesi alıp, şoklayarak derin dondurucuya koydum. Bir hafta sonumu aldı. Sebzeleri ayıkla, gerekenleri doğra, parça parça şokla, paketle, yerleştir. Evet çok kolay olmadı ve ilk yılım olduğu için aslında az da yaptığımı fark ettim. Ben iki kişilik yapmışım, evde dört kişi oluyoruz bizim minno ile, seneye daha bol yapmalıyım, belki iki hafta sonumu alacak ama azimliyim.
 
İkinci adım annemden geldi. Domates almış kasa kasa. İşte o kısmında olmadığımdan ne kadar güvenilir bilmiyorum ama en iyi salçadan da iyidir. Püre yaptık, cam şişelere koyup dolaba kaldırdık. Bir kış yeter. Evet bunun için iki buzdolabı şart, ben öğrenci evimdeki dolabı kıyıp atamamıştım, şimdi çok işe yarıyor. Domates püresi macerası yaklaşık 3 gün sürdü.
 
Üçüncü adımda devreye giren anneannem oldu ve bize misssss tarhanasından yine bir kış yetecek kadar gönderdi. Çok yaşlandı artık ama uğraşmış, yine yetiştirmiş. Onu apartman dairesinde yapmak zor ama geniş bir terasınız varsa, size tarhana da, biber & domates salçası da kolay.
 
Dördüncü adımda teyzemin Mersin'den gönderdiği taze zeytin var. Onun yapımı bir hafta, zeytinlerin olması çok hafta. Tam zamanında zeytinler alındı, bir kaç günde kırıldı. Sonrasında da resmen turşusu kuruldu. Annem suyunu sürekli değiştiriyor. Acısını çıkarıyor.Detayları sonra başka bir postta paylaşırım.
 
Onun dışında ben de evde yiyip içtiğimiz şeyleri, doğalına dönüştürmeye çalışıyorum. En son tarifini bir başka blogdan aldığım kakaolu fındık kremasını yaptm. Tarifte neyle tatlandırıyordu hatırlamıyorum ama pekmezle de pek bir güzel oldu. Dün yeniden yoğurt mayalamaya başladım. Bir süredir organik morganik hazır yoğurtlara sarmıştık yine. Evde makarna yapıyoruz, hamurunu yoğurmak zahmetli ve şekil olarak ta belli sınırlar içerisinde kalmanız gerekiyor ama çok lezzetli.
 
Yine kısacası, bunlar benim atabildiğim küçük adımlar oldu. Siz belki daha büyüklerini atar, belki çok yaratıcı da olursunuz. Paylaşmayı unutmayın sevgili zamane kızları :)
 
 
 
 
 
 

3 Ağustos 2012 Cuma

SİZ HİÇ TAVUK YEDİNİZ Mİ?




Ben yememişim. Yediysem de muhtemelen çok küçükken, hatırlama şansım yok.

Çok istememe rağmen, vejeteryan olamayan biriyim. Sanırım, sebze seven, bol bol ve çeşit çeşit tüketen nadir Adanalılardanımdır. Üstelik bir hayvanseverim. Aynı zamanda et de tüketebilen birisi olmak, hayatımdaki en büyük tutarsızlığım. Pek çok vejeteryandan duyarım, et yerine tükettikleri alternatif protein kaynaklarını anlatırlar, onaylarım ama yapamam. En büyük çocukluk üzüntülerimden biri, anneanemin bizim için yetiştirdiği pek çok çeşit hayvancağızı tüketmiş olmam.

Şimdi oğlumu da vejeteryan olmayan bir beslenme tarzı ile büyütüyoruz ama sebzece yoğun bir diet olamasına büyük önem veriyoruz. Doktorumuzun beslenme konusundaki  önerileriden biri, bebeğe et suyu yerine direk etin kendisini vermemiz. "Daha faydalı olan et suyu değil, etin kendisi" der. Biz de onu dinledik ve mini mini parçalar halinde verdik. Zeytin ve et, bizim taneli gıdalara kolayca geçişimizin iki kahramanı diyebilirim. Doktorumuzun bir önerisi de tavuktan uzak durmamız olmuştu.  Ben hamileliğim boyunca bir bilemedin iki, sonrasında da yine belki bir, iki olmak üzere yaklaşık 19 aydır çok sınırlı sayıda tavuk tükettim. Tavuk konusunu takip ederim, anlatırım. Daha önce tavuk çiftliğinde çalışan birisinden duyduklarımdan çok etkilendiğimden, Tavuk yemeyi bıraktım sayılır. Bu bir kaç tüketimim de "organik" ve "serbest gezinen tavuk" ibarelerinin yer aldığı güvenilir organik markaların, güvenilir piliçleriydi. Ne yazık ki, dün yediğim tavuk, benim için bu markaların güvenilirliğini tamamen zedeledi.

Teyzem cevval bir kadındır, mutfaktan çıkmaz. Anneannem ile birlikte salçasını, tarhanasını ve daha pek çok şeyini kendi yapar. O tarhanadan daha iyisini hiç yemedim. Anneannem tavuk da yetiştirir ve köy yumurtasını sevdiğimi bildiğinden, yumurtalarını ara ara bizim için gönderir. O bir süredir rahatsız, artık tavukları ile ilgilenemiyor ama teyzem, oğlum doğduğunda onun için 2 civciv beslemeye başlamış. Hani şu 1 ayda büyüyen tavuklara inat, oğlum bir yaşına girerken ancak büyümüş olan tavukları kesmiş, şoklamış, göndermiş Adana'dan. Şaşkınız!!!

İlk şaşkınlığımız: RENK

Annem paketi açtığında inanamadık. Resmen simsiyah bir tavuk etinden bahsediyorum. Beyaz et derlerdi ya hep, beyazdan kasıtları yediğimiz obez civcivlerin süt beyazı renkleri değilmiş. Oldukça koyu bir renk, kuzunun incik kısmına benzetebiliriz.

İkinci şaşkınlığımız: PİŞME SÜRESİ

Pişmedi. Gerçekten pişmedi. Düdüklüde pişirdi annem uzun uzun, hala sertti. Bana, bak bakayım şuna pişmiş mi, dediğinde az kalsın tüm tencereyi bitirecektim. Çocuğun ilk payını lüp diye mideye indirdim, pişman değilim.

Üçüncü şaşkınlığımız: TAŞ GİBİ KEMİK

Ben küçükken tavuğun beyaz etini ayırır, kemikli yerlerini yemeyi severdim. Hani bir lades kemiği vardı hatırlar mısınız? Kırmaya çalışırdık, tabii çıt diye kırıverirdi biri 8 biri 10 yaşında olan iki çocuktan güçlü olanı. O zaman da vahimmiş yani durum, şimdi anlıyorum. Şimdi de tavukların kemikleri ya kırık geliyor, ya da daha pişerken kırılıyor ya, bu tavuğun kemiğini satırla bile kıramazsınız. Verdik oğlanın eline güvenle. Kemirdi. Sonra da sakladık kemiği babasına göstermek için. Oğlumun babası da gerçek bir tavuk kemiği görsün değil mi!

Zaten biilyordum, biliyordum ve 2 yıla yakındır elimden geldiğince çok dikkat ediyordum ama dün, nasıl hasta olduğumuzu, nasıl zehirlendiğimizi, nasıl kandırıldığımızı, nasıl bir yiyecek terörünün mağduru olduğumuzu bir kez daha gördüm.

Bir daha herhangi bir yerden tavuk yemem. Dün yine tesadüfen bir yer buldum. Oğlum için arada o kadıncağızdan alırım belki ama ben zaten hiç tavuk yememişim arkadaş, bundan sonra da yemem.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

YEŞİL GÖZLÜ KIZ!

Seni o delici bakışlarınla, ne geçirdin içinden gözlerime bakarken bilmiyorum. Pek iyi şeyler olduğunu da sanmıyorum ama bak, ben senin için ne diledim yeşil gözlü kız...

Dileğimi paylaşmadan önce biraz senden bahsetmek istiyorum.

Yeşil gözlü kızla iki gün önce, Bağdat Caddesi Erenköy ışıkları kısa bir mesafe geçmişken tanıştık. Önce kendisi ile tanışamadık, ahbaplığımız otomobili ile yaşadığımız tartışma aracılığı ile başladı.  Oğlumla mutlu mesut ilerlerken gördük park halindeki aracını. Caddenin kaldırımları, yeşil gözlü kızın bizzat dedesi tarafından yaptırılıp bize bağışlandığından, güzelce kaldırıma park etmiş, yaya geçisine de yine dedesinin hatırına 10 cm kadar izin vermişti. Pusetliler, yaşlılar ve şişmanlara yer yoktu yeşil gözlü kız ile kara şimşekinin hayatında. Onlar ana yoldan geçmeli ve gerekirse ezilmeliydiler. No problem... 

Yardımıma koştu caddenin sevecen halkı fakat yormak istemedim kimseleri. Puseti kaldırıp aracın üstünden atlatmak antreman isterdi. Biraz bekledik ama şimşek dialoğa yanaşmadığından sahibi de ortalarda olmadığından sabrım tükendi bir yerde, şimşekin sileceklerini kaldırıp, gerideki ışıklara asabi asabi yürürken, sahibine de bir not bırakmış olmak istedim.  Ne göreyim, şimşekin silecekler dik duramıyor, ben kaldırıyorum o düşüyor, ben kaldırıyorum o düşüyor. Bir başka bey yardımıma koşup sileceği bile kaldırmaya çalıştı. Ah sevecen cadde insanı. Olmadı, olamadı derken, yeşil gözlü kız şimşekini kurtarmak için vahşi bir kedi gibi fırladı gezindiği mağazadan.  O an şöyle bir tanıştık.

Kendisi tekstil sektörüne katkıda bulunmak üzere mağaza gezmekte idi ki, sanayimize olan bu katkısından men etmiş olduk. Kusura bakmasın. Gördüğü manzara ile bir de şok geçirtti cadde ahalisi ona. Onun da kusuruna bakmasın. Kendisine pek de kibarca olmamakla birlike, "sen misin bu arabanın sahibi gel çek" dedim. Özür dilemek yerine, biraz da şaşkın, saçmalamaya, yağ misali su üstüne surf yapmaya yeltendi yeşil gözlü, olamadı.  Bana gerek bile kalmadan genci yaşlısı, erkeği kadını cadde halkı, yeşil gözlü kızı derin bir suskunluğa gömdü. İşte biz asıl o suskunluğun başladığı yerde tanıştık. Öyle derin baktık ki birbirimize, dünya durdu. Yaşamış hiç bir aşık birbirine bu kadar anlamlı bakmamış, hiç bir ikiz diğerinin ne demek istediğini bu kadar iyi anlamamış ve hiç bir fotoğraf makinesi bu kadar detaylı hafızaya almamıştır  fotoğrafını çektiği kişiyi. Özünde sevimli bir teyze, "bunlara böyle yapacaksın yoksa anlamaz bunlar" gibi duble "bunlar"lı cümlesini kurana dek ikimiz de sessiz kaldık, bir diğeri "özür dileyeceğine bir de üste çıkıyor" dediğinde ise dünya durmuştu.

Biz birbirimize fırtınalı bakışlar fırlatıp egoları çarpıştırırken, olay kapanmıştı aslında. O bir "bunlar"dı teyzenin gözünde, keyfen kaldırıma park etmek, ambulans arkasından gitmek, emniyet şeridini gasp etmek, normaldi "bunlar" için. Yeşil gözlü kız ise "bunlar"dan bile öteydi artık, bakışları ile, o bir fenomendi.

Sen o delici bakışlarınla, ne geçirdin içinden gözlerime bakarken bilmiyorum (tabii ki biliyorum). Pek iyi şeyler olduğunu da sanmıyorum ama bak, ben senin için ne diledim yeşil gözlü kız...

Umarım anne olur ve bebeğinle başbaşa çıktığınız aşk dolu yürüyüşte bir "bunlar"a rastlarsın sen de.

Umarım artık çok zor yürüyecek kadar yaşlanabilirsin ve umarım alzheimer olmazsın ki mağaza gezmek için park etmiş bir "bunlar"ın sana ayırdığı 10 cm lik yerden geçmeye çalıştığınıda, delici bakılşarınla hafızana kazıdığın beni hatırlar, hak verir, benim gibilerin varlığına bir dua falan edersin.

Nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan, esen kal!

13 Temmuz 2012 Cuma

ÇOK SEVDİM BEN ONU...




Bir başlık yazarken hiç bu kadar zorlanmamıştım. Yazmayı da ertelemiştim uzun zamandır. Zaman, "o zaman"a doğru yaklaştıkça, kalbim tarifi zor bir ayrılık sızısı ile baş başa kaldı bir süredir. Ayrılığımızı kabullenememiş, henüz veda edememiş bir çifttik artık.

Çok sevdim ben sütümü... Az olduğunda da, çok olduğunda da. Göğüslerim yarayken de sevdim, sağıp poşetleyince de. Soğan sarmısak yediğimde, roka onu acıttığında, dere otu kokuttuğunda... Hep sevdim, çünkü oğlum çok sevdi. İlk annelik deneyimimin engin korkuları ile sevmedi sandığımda bile sevdi. Nice lezzetli şeyleri bir yana bıraktı bazen, sütümü içti lıkır lıkır. Aç yatmadı dedik, bir oh çektik defalarca.

Sütüm beni sadece oğlumun annesi yapmadı, anne yaptı. Her çocuğun annesi oldum, doğanın bir parçası oldum (hatırladım da diyebiliriz), meraklı oldum, dikkatli oldum, daha iyi beslenir oldum, çoğu zaman merak konusu oldum, utanmadan gerekirse parkta, orada burada emzirebilen bir kadın oldum, bazen arkadaşlarımın maskarası da oldum tabii.

Şimdi beni başka bir kadına dönüştüren, aslında beni bir kadına dönüştüren, bir anneye dönüştüren, bedenimin, zihnimin gücünü bana öğreten, 1500 gr doğan oğlumu besleyen, erkenden ayağa kaldıran, kıpır kıpır oynatan sütüm ile, evimizin değerlisi ile ayrılıyoruz. Sessiz sedasız. Söyleyemeden birbirimize henüz, itiraf edemeden, gizli gizli ağlaşarak.

Oğlum 1 yaşına girmek üzere artık. Ben onun 4'üncü ayından bu yana, oldukça aktif bir şekilde, oldukça stresli ama kendimi mutlu etmeyi öğrendiğim bir meslek dalında çalışmayı sürdürüyorum. Mecburi sezaryen ile prematüre dünyaya gelince bizimki,  ben de geç kavuştum sütüme. Onunla ilk buluşmamızı, okuyan, izleyen, arkadaşım olan herkesle paylaştım. İlk 6 ay oldukça aktif emzirebildim. Sonrasında sadece sütle beslenme süremiz uzayınca, parça parça formül süt de eklendi. Ağladığım, zırladığım, endişlerden uyuyamadığım, biriciğimi uyutmadığım zamanlarım da oldu, kendimi güğüm gibi hissedip aynaya bakıp bakıp hırçınlaştığım da ama usanmadı-m/k. Duymazdan gelmeyi öğrendim endişelerin sesini, mücadele etmeyi, sabretmeyi.... Sütüm öğretti hepsini. Kan ter içinde, koşar adım geldik öğlenleri işten eve biriciğim ile.  Sadece beş dakika olsa bile emzirip (hatta bazen memeyi reddetse de) vazgeçmeden aylarca denedik şansımızı.

Artık bir süredir geceleri emmeyi azaltan, hafta sonu güdüzleri bazen, hafta içi gündüzleri neredeyse hiç emmeyen, sadece sağdığım sütleri lıkırdatmayı seven oğlum büyürken, sütüm küçüldü. Henüz ayrılmadık, bitmedi ama bu gün yazıyorum, itiraf ediyorum kendime çünkü bir adım atmalıyım, biliyorum.

Hala sağıyorum. Söz verdim, son damlasına kadar onunlayım.

Onu seviyoru-m/z ve bir gün yeniden buluşmayı diliyorum.




23 Mayıs 2012 Çarşamba

TAM BIR EINSTEIN MAASALLAH!



Biraz da acı konuşalım; anlıyorum, hepimizin çocuğu birer Einstein ama ağır olsak ta keşke molla deseler.


beni alet etmeyin
Çocukluğumdan beri duyarım, etrafımda doğan neredeyse her çocuk ileri zekalı ve ben hiç anlamam, nedir bu halimiz? Elimizdeki bu Einstein stoğu ile nasıl bu kadar yavaş ilerliyoruz? Bebekleri bile yarıştırır olduk ya, vay halimize. Nedir alıp veremediğimiz bebeklerimizle, neden onları birer sınıfa dahil etmek istiyoruz minicik halleri ile anlamıyorum.

Bundan iki hafta kadar önce gözlemlediğim bir olay üzerine yazmak istedim; 

Bir hafta sonu, Erenköy sahilde Beyaz Fırın'da oğlumla keyif yapmaya gittim. (Arada beklerim!) Henüz uyuyordu bizimki, kahvemi aldım, bir şeyler okurken uyandı. Beslenme zamanı gelmişti, konuşa konuşa, şarkılar söylerek, cilveleşerek yemeğe başladık, ilgisi dağınıktı. Hemen yanımızda, iki yakın arkadaşı ile 3 aylık bir bebek annesi oturmuş, minik bebek hareketsiz, sessiz, annesinin sıcak kucağında, esen serin rüzgardan saklanmış duruyordu. Yabancı olmadığımız bir şeydir, biz bebekli aileler, hele de anneler birbirlerini görünce gülümser ya :), ben de göz göze gelince gülümsedim, kadın hışımla çevirdi kafasını. Neredeyse 1 saat yüzyüze oturmalarına rağmen özenle oğluma bakmaktan sakındı, kucağında hareketsiz duran kızını o kadar çok övmüştü ki, bir başkasının çocuğunun da iyi yanları olabileceğinden, bakarsa onları görme ihtimalinden korkar olmuştu.

"Çok akıllıydı çoooook" onun çocuğu, "Einstein'dı mübarek", "hiç biberondan süt içmiyor"du, bu bile "zeka pırıltısı"ydı mesela (ilk kez denediklerini bir kaç dakika sonra itiraf etti), "dünya güzeli"ydi, babası ona i-pad almıştı, "onu çözüyor"du şimdi, "annesinin i-phone'unu çöz"müştü, "oynuyor"du (program falan mı yazıyor anlamadım), "başka bir çocuk"tı o. "Oooo o başka"ydı.... Bambaşkaydı... Çok başkaydı....

Yerken üstümüz başımız batmıştı, umursamadık ikimizde, ben dalgınlaştım bir an, vay be dedim önce; analar neler doğuruyor, gülümsedim. Sonra o çocuğu düşünüp üzüldüm. Arkadaşlarına hava atmaya çalışan hırslı annesinin maskotu olacaktı bir ömür boyu, pembiş pembiş kıyafetleri giyip ablalara abilere dansını gösterecek, en iyi o dans edecek, tüm diğer kızları güzellikte geçecekti. Şimdiden bir i-pad'i olduğu için bundan sonra çıkacak hiç bir "i" ile tatmin olmayacak, e-karnesinde getiremediği her tam puan için depresyonlara girecek, özel öğretmenlerden bunalacak, çok istese de yurt dışına okumaya gönderildiğinde barmaid olarak çalışamayacak, annesini mutlu etmek için hep herkesi yenmeye çabasında olacak, ömür boyu da yenişemeyecekti. Sonra da kendi çocuğuma üzüldüm, aynı yıl doğmuşlardı, belki de aynı sınıfta okuyacaklardı, belki birbirlerine aşık oalcaklardı... Bir offf çektim.

İşte böyleydi hayat, ne yaparsam yapayım, yolları bir yerde kesicekti bu dünya güzelleri, zeka küpleri ile. Einstein analarının hırslarından koruyamacaktım bir şekilde çocuğumu.

Sonra sinirlendim, gidip kadına iki laf edesim geldi, hanım hanım diye başlayacaktım da ne diyecektim ki; kendine gel, minicik bebeni sabahın 9'unda yüzünde 10 kat makyajla kahvaltıya gelmiş, kıvırcığı bozulmasın diye artık perma yapılmış saçı ile Acun'un yeni formatlarından birinde yer alabilmek için o set senin bu seçme benim gezen, muhtemelen bebeğinin zekası umurunda bile olmayan,  velev ki o yarışmaya katıldı, paraları kazandı, o paraları hiç bir zeki çocuğun eğitimi için harcamayacak olan ana kıza atacağın havaya, hele de yan masada oturan ve senden hiç hoşlanmamış beni, o hiç bilmediğim yarışında yenme hırsına alet etme, mi diyecektim. Diyemezdim...

Sustum, şarkının (Hayko Cepkin&Kurtalan Ekspres - Yeni Bir Gün) devamını getirmem için agucuk bugucuk bir şeyler anlatan, bir  i-pad bile almadığım, hatta o gün yanıma ıslak mendil almayı unuttuğum için eve kadar üstü başı yemek içinde gidecek oğluma baktım, cadde cemiyetine rezil olur muydum acaba? Bir şey beklemeden, sadece benim bebeğim olduğu için, babasını da sevdiğim için :) onu seveceğime söz verdim, çünkü sevgi her şeyin ilacı, büyük bir koruma kalkanıydı, inanmalıydım.

Şarkımıza devam ettik, evimize gittik... Kimse yemek artıkları ile ilgilenmedi, çünkü biz dünyanın merkezi ya da insaların en önemli sorunu değildik.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

KAT-İ GIDA!




Anne eli değmiş yaş makarna

Katı gıdalar bizim mini kabuslarımızdan biriydi başlamadan evvel. Prematüre doğan oğlumuz, 5'inci ayında yaşıtlarını yakalamış olsa da, doktorumuz ek besinlere başlamamıza 7'inci ayımıza dek izin vermedi. 5'inci aya dek sadece anne sütü ile devam ettik evet ama 6'ıncı ayda bizimki ben yokken biberondan süt içmeyi reddince, yine doktorun önerisi ile sabah ve öğlen iki sütünü, pirinç tozu ile katılaştırıp kaşıkla yedirdik.  Şimdi 9 buçukuncu aydayız, emmediği zaman kesinlikle biberondan içmiyor, hala çoğu zaman sütünü pirinç ile katılaştırıyoruz.

Katı gıdaya geçişimiz tam olarak 7'inci ayın sonunda oldu. Bu süreçte kafamzı en çok karıştıran, pek çok annenin doktorlarlarından duyduğu bir bilgi olan; "geç başlatırsanız katı gıdayı reddebilir" öğretsi oldu. Emziren Anneler'e yazdım yazdım durdum ve yine beni rahatlatan, benim sevgili Emziren Analarım'dan bir kaçı oldu. Genel yaklaşım ne yazık ki ek gıda başlangıcında 6'ıncı ayı geçmeme yönündeydi. Hatta etrafımdaki bir kaç anne, 4'üncü ayda yoğurt ve yumurta yedirmediğim için biliyorum ki beni kınıyordu. Doktorumuzun dediklerini uygulamaya çalışsam da, yanlış mı yapıyorum dediğim olmadı sanmayın. Yine de hep oğlumun erken doğumuna sarıldık, eksiltilmiş yaş hesabı yapıp, "ooo daha var zaten" dedik ve katı gıdalara geçişi ertelemeyi, tüm baskılara rağmen, ailecek başardık.

Zamanı geldiğinde, katı gıdalara "hızlı" geçiş sürecimizde ilk hedefimiz, market ürünlerinden uzak durmak oldu. Her şeyi kendi ellerimizle, en doğal hali ile yedirmek istedik. Çoğul konuşuyorum çünkü bunu tüm aile gönüleden yerine getirdik, üşenmedik, erinmedik. Acayip yemekler uydurduk :) Meyvemizi ve sebzemizi çok güvendiğimiz bir yerden getirtiyoruz. İlk başta heyecanla yumurta da getirtmiştim aslında ama yumurtaya daha yeni başladık. Başta heyecanla verdiğim yumurta ve yoğurt için doktordan bir de azar işittik. Şimdi ikisi de serbest. Bize bir sebze ve meyve listesi verdi. Doktorumuz diyetisyen değildi ama yaptığım bir karşılaştırma bu konuda da ona güvenimi perçinledi. Emziren Analar'ımdan gelen bir paylaşımda, bir bebek diyetisyeninin listelerine yer verilmişti ve gördüğüm kadarı ile bizim listemiz ile o liste, yumurta ve yoğurt farkı dışında benzerdi. Tahıllı besinler de vardı listemizde ama yavaş yavaş, et yağsız olacaktı, dilersek et suyuyla da başlayabilirdik, bu konuda doktorumuzun tavsiyesi, eti direk yedirmenin suyunu kullanmaktan çok daha fazla faydalı olduğu yönündeydi. Öyle yaptık.

İlk hafta her şeyi püre yedi, sofrada bizimle yemeğe ve ağzına teptiğimiz kaşık yerine kendi ellerini tercih etmeye daha yatkın olduğun görünce, sebzeleri ve eti minik küpler halinde vermeyi denedik. Henüz kendi elleri ile tutamıyordu, biz ellerimizle ağzına götürürken o da elleri ile tutmaya çalışıyor, kendi ağzına ittiriyor, muhtemelen kendi kendine yediğini düşünüyordu. Sabah kalvaltıda küp küp peynir ve minik dilimli zeytin de yiyordu. Şimdi pirinçli sütü dışında hiç bir besini püre olarak vermiyoruz. Ekmek kemiren bir çocuğa dönüştü.

İlk aşamada, yiyecekleri tek tek verdik, açıkçası alerji riski açısından önerilen üç günü beklemedik, doğru yaptığımızı söyleyemem ama aynı gün iki çeşit de denetmedik. Şimdi pek çok çeşitten oluşan yiyecekleri veriyoruz. Bir kaç sebze ve etten oluşan bir öğünü ya da tahıllı bir başka öğünü olabiliyor.

Bakliyatlara geçişimiz bir hafta kadar önce oldu. Pirinç zaten tükettiği bir besindi. Onu saymıyorum ama mercimekle başladık. Mercimek, pirinç, bezelye... Hepsi güvendiğimiz yerlerden, yetişmediyse, bazı annelerin negatif yorumlarına rağmen City Farm'dan. Akşam öğününde az miktar makarna verebileceğimizi de öğrendik, besleyici özelliğinden çok kendisi tutup yiyebileceği bir besin olduğu için sanırım. Amaç beslenmek değil, sofraya alışmak.

Tabii her şey harika gitmiyor, sütle aramız etle ve ekmekle olduğu kadar iyi değil. Emmiyorsa biberondan hala nefret ediyor. Sütü hiç de iştahla tüketmiyor.  Üstelik doktorumuz katı besinleri bir öğün daha arttırmamızı tavsiye etti. Henüz o işe giremedik.

Bir de su mevusu var. Ilık, şeker gibi sütten tatsız suya geçiş hiç te kolay olmadı. Neredeyse bir ay, bir lokmadan fazla içemedi, reddeti, öksürdü, kustu su içerken. Şimdi şimdi yudum yudum, sakin sakin içmeyi öğreniyor. Ayına uygun bir suluğu var. Ne yazık ki çoğunlukla hijyen şartlarımızdan uzak :) çünkü kapağı kapandığı an, su içmek yerine kapağı kemirmeyi tercih ediyor, açık bırakıyoruz.

Böyleyken böyle, daha pek çok detay var, bu bir giriş olsun, paylaşımlara devam edeyim vakit buldukça.

20 Mayıs 2012 Pazar

GEÇ KUTLAMA




Tüm anne dostlarımın anneler gününü geç te olsa kutlarım! İşte anne olmak böyle bir şeymiş, bazı şeyleri geç kutlamayı da öğrenirmişsin gerekirse.

Oğlum artık 9 ayını dolduruyor. Bana her gün yeni bir şey öğretiyor, yeni bir deneyim kazandırıyor. Artık bebeklikten çıktı gibi. Bazı şeylere geç kalmayı, kalabilmeyi de öğreniyorum sayesinde, beklenmedik şeylere hazırlıklı olmayı da. Bu anneler günü, bizim için oldukça renkli geçti. Annem, yani oğlumla tüm gün ilgilenen kişi :), bir sünnet organizasyonu için memlekete gitmeye karar verdi. Ben de 5 aydan bu yana oğlum ve kocam ile ilk kez başbaşa kaldım. Zor ama dönüp baktığımızda çok mutlu bir hafta sonu geçirdik. Pek bir kutlama yapmaya imkanımız olmadı, iki gün boyunca telefonlara dahi bakamayacak kadar meşgul olduğumdan, kutlamak için beni arayanları da kaçırdım. Olsun, bu ilk anneler günüm değildi. İlk anneler günümü karnımda oğlumla kutlamıştım, kutlamışlardı. Yaşadığım en güzel günlerden biriydi, unutamıyorum.

Benim için bir mevzudur; daha hamile kaldığı gün, anneliğin değerini anlayanlara hayranımdır, bende işler oldukça yavaş gelişiyor çünkü. Kendi değerimi bilemediğim gibi, acı bir itiraf, annemin de değerini bildiğimi pek söyleyemem şimdiye kadar. Çoğu zaman akılcılığım, duygularımın önüne geçebiliyor ve aslında hem kendimde hem de başkalarında tolere edilebilecek pek çok davranışa, afsız olabiliyordum. Yakınlarım da buna dahil. Benim empati yeteneğim, aklı baliğ her insanın, isterse iki kez düşünebileceğini, isterse "o" seçeneği seçmeyebileceğini onaylıyordu çünkü. İşte bu anneler gününde, uzun süredir üzerinde çalıştığım bir hediye verdim kendime; toleransımı yükselttim. Bir günde olmadı tabii, günler geçti, olaylar geçti, pişti, pişti ve o gün, parkta, kendime bir hediye olarak geldi.

Gelelim, uzun vadede oğluma vermeyi planladığım anneler günü hediyesine. Afsız olduğum vakaları, insanları düşündüm uzun uzun. Kendi beyanlarına göre, sorunlu ailelerin yalnız büyüyen çocuklarıydı çoğu. Çoğu sevgiden mahrumdu eğer abartmıyorlarsa. Çoğu zorluklar içinden gelmiş, ya da madden doygun olsalar da asla istediklerini elde edemedikleri, tatminsiz bir hayat sürmüştü. Hepsinin ortak bir özelliği vardı, hiç biri şükür etmeyi bilmiyordu. Şükür etmeyi zayıflık ya da aza kanaat etmenin Arapça'sı zannediyordu. İşte bu anneler günü için oğluma hediyem de, kendime verdiğimle aynı kaynaktan geilyor. Ona tertemiz bir kalple şükür etmeyi öğretmek için elimden geleni yapacağım. Umarım hayatının önemli bir parçası olur şükür ve ona, ardı bolluklarla dolu kapıları açar.

Not: Bolluk dediğimde, sadece maddi bollukları hayal ettiyseniz, sizin de kendinize bir hediye verme zamanınız gelmiş, uyandırayım :)


4 Nisan 2012 Çarşamba

SÜN - NET!!



Hiç komik değil :((

Erkek bebek sahiplerinin kaygısı, kabusu; minik pipinin kesilme zamanı! Hiç komik değil biliyorum :(

Sünnet zamanı hakkında ortalıkta pek çok fikir var. Herkes kendi fikrini bilimsel bir sürece de dayandırıyor hatta ama çocuk büyütürken her alanda olduğu gibi, burada da kafa karışıklığı ve ebeveyinlerin gönül rahatlığı arasında kopmaz bir bağ kuruluyor.

Biz oğlumuzu sünnet ettirmeye karar verdiğimizde, erken yaşta yaranın daha çabuk iyileşeceği fikri dışında doktorumuz bununla ilgili özel bir öneride bulunmadı. Söylediğimiz herkesten "bir sorun mu var" sözlerini işitmek dışında, başta bizi ürperten bir şey de olmadı. Şimdi yaptırmazsanız şu yaşına kadar bekleyin de demedi doktorumuz. 4 aylık olduğunda süreci başlattık. Şimdi hem bu süreci, hem pansuman ve iyileşme sürecini hem de psikolojik sürecimizi paylaşmak istiyorum.
  • Sünnet ettirmeye karar vermek sürecin en zor aşamasıydı, uyku düzeni yeni oturmuştu, etkilenir miydi, psikolojisi zarar görür müydü vs binlerce soru sorduk kendimize, kendimizce mantıklı cevaplar verdik, en sonunda da karar verdik.
  • Doktorumuz bu konuda süreci bir cerrahın yönetmesi gerektiğini önerince, arayışımızı bu yönde sürdürdük.
  • Eve en yakın hastaneyi seçmeye çalıştık, trafikten kaçtık.
  • Pansuman sürecini iyice öğrendik ve cerrahın oldukça uzun, sıkıcı, tekrarlardan ibaret konuşmasını sonuna kadar dinledik.
  • Randevumuzu aldık ve sünnet yapılacak yerde vakit de geçirmeye çalıştık ki yatağa yatırdığımızda mekanı yadırgamasın, doktor ağlamaları başlamasın. Hastane personeli çok sevimli olsa da yabancıların müdahalesine henüz pek alışkın olmayan oğlumuzu ağlatmayı hızlandırdılar, çenemizi kapattık, ses çıkarmadık.
  • Sünnete baba, anne ve anneanne olarak gittik, baba ve anne kadar anneanneyi de sürece hazırladık çünkü birazdan başlayacak ağlamalardan en çok etkilenecek kişi bekli de oydu.
  • Sünnet sırasında emzirebileceğim bir durum olmadığından bir biberon anne sütünü de yanımıza aldık.
  • Oyuncak olarak yanımıza sadece çıngırak almıştık, pişman olduk, zira hemşireler gereksiz yere kullanarak oğlanı çıldırtmayı başardılar. Yumuşak bir oyuncak daha etkili olabilirdi.
  • Operasyon sonu planını yaptık, oğlanı susturup en hızlı şekilde onu güvenli yuvasına götürdük.
  • Yolda pansuman için gerekli ilaçlardan aldık ama az geldi, süreç bazen uzayabiliyor, sık sık dışarı çıkamayacağınızı düşünererk bir iki tane fazla alabilirsiniz.
Sonrasında pansuman süreci balşadı. Pansuman sürecine, bozulan uyku düzeni ile mücadele başladı. Sinir bozucu olan buydu, uyumak isteyen, uykusuzluktan kırılan bir çocuğu alıştığı ve rahat ettiği pozisyonda uyutamamak bi parça can sıkıcıydı. Pansuman sürecinde;
  • Yaranın mikrop kapmaması için doktorun önerdiği Riff isimli bir ampul (kırdığınız albümün ağzını, plastik bir aparatla kapattığımda daha uzun kullanabildim, zira ampul kırılınca kısa bir sürede içindeki ilaç uçuyor)
  • Yaranın çabuk iyileşmesi için Teramisin'in bu işler için olan kremini,
  • Bol miktarda steril bezi satın aldık.
  • Altını sık sık değiştirdik ve her alt değiştirmede pansuman yaptık ve her açtığımızda da hava aldırdık.
  • Kesinlikle elimizi sürmedik.
  • 3'üncü gününde ve sonrasında her gün banyo yaptırdık (böylece dikişler daha çabuk düşüp yara daha çabuk iyileşiyor)
İşin psikolojik tarafında ise, önce onu ama aslında en çok bizi rahatlatmak için;
  • Onu çok sevdik,
  • En sevdiği şeyi yaptık, altını açıp uzuuun uzuuun serinlettik,
  • Daha çok emzirdim,
  • Daha çok vakit geçirdik o da sünnet sırasında çooook ağlayan oğlumuza büyük moral oldu,
  • Banyoda geçirdiğimiz vakitleri uzattık, bol bol küvette yüzdük,
veeee iyileştik. Şimdi her şey yolunda. Bu süreçte bana göre en önemli üç şey, ehil bir operatör, hijyen ve sevgi. Sevgi her şeyin ilacı :):) Sünnet düğünü ise ileride de yapılmayacak bir şey değil.




24 Şubat 2012 Cuma

ÇALIŞAN ANNE OLMAKTAN KORKMA VOLUME 1


<>
"yuvana hoş geldin" çiçeklerim
Korkma çünkü sen neler ile mücadele ettin bu güne dek, ne zorlukların üstesinden geldin, hem çalışıp hem bebeğine yetemeyeceğine inanıyorsan, yanılıyorsun. Aslında bu yapıp yapamama meselesi değil, zor bir seçim sadece, biliyorsun! Seçtiğin ile yaşamayı, mutlu olmayı öğreneceksin.

Ben çalışırken doğum yapan, işten çıkıp, valiz hazırlayıp doğuma giden bir anneyim. Oğlum erken doğunca, bana tanınan yasal doğum öncesi dinlenme iznini kullanamadım. Doğumdan bir kaç gün önce, 40 derece güneşin altında program çektim. 31'inci haftanın ortasıydı sanırım. Bu yüzden de kızdım hep kendime, erken doğumdan kendimi suçlu gördüm.

İlk iki ay artık çalışamayacağıma emindim, çünkü oğlum çok minikti, değil dört, değil altı aylık, dokuz aylık olsa da minik kalacaktı sanki. Yapamazdım.

Üç aylık olduğunda, başta kendim, sonra ailem olmak üzere herkesin başının etini yedim. Her arkadaşım ile bu konuyu konuştum. Dönmeli miyim, dönmemeli miyim? Dönmemiş anneler vardı ertafımda ve çok mutlulardı. Dönen annelerden de çok mutlu olanlar tanıyordum. Peki ya ben, ben ne yapmalıydım. Oğlumu elimden bırakamıyordum, kimselere veremiyordum, nasıl dönebilirdim ki işe? Üstelik kim bakacaktı? Bakıcı üstüne bakıcı değiştiriyor, hiç birisini beğenmiyordum. Son geleni de göndermiştik ve artık sadece iki hafta kalmıştı işe başlamama. Yeni biri başladı. Can havli ve içimde aniden gelişen güven duygusu ile attım oğlanı ilk gün bir, ikinci gün iki, haftanın sonunda üç saatliğine bakıcının eline. Oğlan durdu sandım, bir kaç kez feryadına denk geldim kapının dışında. Yok, olmadı yapamadım, anlamamıştı bakıcı oğlumu. Üstelik, annem inanılmaz iyi ve sevilen bir insan olmasına reğmen, anlaştığımız zamanların anlaşamadığımız zamanlardan çok olduğu bir anneydi. Doğumu takip eden ilk haftalarda müthiş bir tartışma ile kadını evine göndermiştim. Dayanamadım, ondan başka birine güvenmeme imkan yoktu. Aradım, geldi. Önce sadece bir süre bakıcının başında duracaktı. Sonra bakıcıya güvenmemekte 10.000 kere haklı çıktım. Bakıcı gitti. İşe başlama günüm geldi. O pazartesi, oğlum ve annemin büyük sınavı başladı. Bu sınavı nasıl geçtiklerini de yazacağım ama şimdi benden bahsedelim.

Bu süreci en çok zorlaştıran kişiler, acemi emziren annenin hayatını zinadana çevirenlere benzer. Sanki sen bilmiyorsun, atlayıvermişsin de onun söyleyeceği o çok önemli şeyi, hatırlatıp sana, kahraman olacakmış gibi konuşurlar. Ortak özellikleri çoktur;

her ana bu klüp ile kavga edecektir
-Aaaa daha küçükcük bebeği nasıl bıraktın,
-Onun sana en çok ihtiyacı olduğu zaman,
-Emzirmiyorsun o zaman,
-Ahhhh yazıııııkkkk, zavallııı
-Senin yerinde olsam çalışmazdım,
-Çok mu kötü maddi durumunuz,
-Benim durumum olsa, çalışmazdım,
-E baksın sana kocan, bakmıyor mu? vb.

Şimdi okurken yuh saçmalama diyor olabilirsiniz ama bunların hepsini duydum, bizzat bana da söylendi, çevremde de gördüm. Önce kendimle, sonra kararımla ve en son da bunlarla mücadele ettim işe başlama sürecimde. Çok az ağladım, kendime güvendim, annem sağlam olduğu, oğluma bakacak güçte olduğu için şükrettim (kabul ediyorum hormonların etkisi ile çok kez riyakarlık da ettim), yoğun iş hayatına kendimi akıntıya bırakır gibi bıraktım...

İlk haftalarda, her sabah oğlumu emzirdim, işe gelip süt sağdım, saat 12:00'yi gösterir göstermez eve gidip oğlumu emzirdim. İşe dönüp süt sağdım, 16:30'da çıktım, hemen eve gittim onu emzirdim. Böylece annem oğlumu yalnızca iki ya da üç kez biberonla besledi. Günde en az 6 kez emiyordu hala. İşim çok zor, süt sağma mesaisi ise çok yorucu ve yoğundu. Alıştım... Alışamadığım tek şey, kokusuna uzak olmak oldu. Fotoğraflarına baktım sürekli.

Sonra kısa öğlen aralarında acıkmamaya başladı, ben de ilk sütü iş yerinde değil, öğlen arasına dek sabretim evde sağmaya başladım. Sağım mesaisi azaldı ama zamanım da azalınca, strese girdiğim için sütüm az çıkmaya başlamıştı. Çok üzülüyor, yoğunluğuma bağlıyordum. İş yerinde sadece bir kez sağıyordum artık. Eve gelip emzirmeye devam ettim.

Bu ayın ortasında, artık eve gitmemeye başladım. Sütüm de otomatik olarak neredeyse iki katına çıktı. İş yerinde çok rahat ve temiz bir ortamda, müzik eşliğinde sağabiliyordum. Bu da eve gitmemeye alışmamı kolaylaştırdı. Bizimki çok aramadı beni. Ben çok aradım. Akşam eve koşa koşa gittim. Bir kez iş yerinde süt sağıp sonra eve gittiğimde sağdım. Oğlum artık 6 ayını geçmişti ve geceleri anne sütünü kaşık maması ile karıştırmaya başlamıştık. O yüzden uyumadan önce emmiyor beni süt sağma makinesi ile baş başa bırakıyordu. Keza gece de mutlaka bir kez sağmak durumundaydım. Günde 3 kez süt sağıyor, 3 kez de emziriyordum artık. Hala sitem ediyorum. Şu annene bir kolaylık yap diyorum, ıhhh mıııh anneannenin omuzuna kaçıyor. Geceleri ve gündüz işe gelmeden hala emiyor. Henüz ek besine geçmedik. Ane sütü ve gece kaşık maması ile devam ediyoruz. Beslenme sürecini böyle böyle oturttuk.

Sırada özlem ve aniden çökecek yoğun iş yükü ile başa çıkmak vardı.

20 Şubat 2012 Pazartesi

KOLİK Mİ, UYKU SAATİ Mİ, BEBEĞİNİZ SİZE SÖYLER!


İsyan


Her anne hassastır!

Bebeğimiz doğmadan önce büyük hayaller kurar, ona en iyi şekilde bakabilmek için okumadık kitap, araştırmadık kaynak bırakmayız biz (buna karşı olanlar olsa da, ben kitapların faydasını görmüş bir anneyim). "Yediği gdo'suz, giysileri organik pamuk olsun, allerjenlerden uzak dursun"dan, kafayı kırıp, "aman bezi klorla beyazlatılmasın"a kadar ince hesaplara dalar, bir yandan uyumak ister, öte yandan uyuyamaz, nefesini kontrol ederiz. Bazen bu yorgunluğun, hassasiyetin bedeli bebeğimiz ile aramızı bozar, kocaman bir iletişim problemi ile başbaşa kalırız. En acısı ise, hiç bir dostun, akrabanın, annenin size bu sorunu bir iletişim problemi olarak tanımlamayacak olmasıdır.


Bir bebekle iletişim kurabilmek, öyle pek kolay bir şey de değildir. Sabır gerektirir. Çok izlemeniz, çok dinlemeniz, gözünüzü üzerinden ayırmadan, başbaşa saatler geçirmeniz gerekir. Bu bir konsantrasyon işidir :) Bu yola girebilmeniz için biraz sessizlik, sessizliğe tahammül edebilmek için de biraz cesaret elzemdir.

Doğumdan sonraki ilk haftalar, sandığımızdan çok meşgul oluruz. Emzirmek ve uyku gibi iki büyük mücadelenin yanına, değişen rutinimizin yansımaları, değişen bedenimizin psikolojik etkileri, hayatımıza ve ailemize dair kaygılar, her kafadan çıkan ayrı sesi yorumlama çabası gibi ekstra yorucu zihinsel faaliyetler de eklenir ve bebeğimize göstermemiz gereken özeni biz öyle sansak da gösteremeyiz.

Kakafoni, bir süre sonra bebeğimizin yaşayan, gelişen, öğrenen ve iletişim kurmaya çalışan bir varlık olduğunu "kısa bir süre" bize unutturabilir. Bebeğimizin bizim uydurduğumuz dilleri konuşamıyor ama insancayı pek de güzel konuşuyor olduğunu unutur, ağlamayı bir bebeğin tek iletişim şekli olarak gören inanca amade oluruz. Bana göre ağlamak, iletişim kuramayan bebeğin sabrının sonu, feryadı. Feryat noktasına gelmiş çocuğa ise toplumsal yakıştırmamız hazır; kolik!!

Daha önce banyo yazımda, oğlumuzun banyo ağlamalarının bir süre sonra geçtiğini, bunun için denediğimiz yöntemleri yazmıştım. Dönemdaş "kolik" ağlamaları da banyo ile aynı zamanda çözülmüştü. Bana göre bu işin bir püf noktası vardı. Biz bu problemleri, oğlumuz ile iletişim kurmayı başardığımızda çözmüştük. Aslında baştan beri belli bir uyku düzeni olan fakat prematüre doğduğu için müdahale edip düzenini bozduğumuz oğlumuz, gece uykusu için aynı saatte uyumak istiyordu. Oysa biz onu saat 21:00'de banyo yaptırmaya çalışıyorduk. Zaten yorulmuş, bitkin düşmüş çocuk, onun o minicik bünyesinin dinlenmeden kaldırması imkansız olan banyoya girince, basıyordu feryadı. Çok ta haklıydı. Banyodan bir süreliğine vazgeçtiğimizde ise kolik geçmemiş, feryat figan haftalarca evimizden eksik olmamıştı. Hep aynı saatlerde başlıyordu ağlamaya. Herkes hah bu kesin kolik, böyle olur, fön çalıştırın, sıkı sıkı sarın, bıdı bıdı diyordu. Dahası o fön acayip işe yarıyordu.

Tracy ve Kim her çocuğun bir düzeni olduğundan bahsetmiş ve gece uykusu için ideal saatlerin saat 19:00 olabileceğini yazmışlardı ama ben ihtimal bile vermemiştim benim çocuğumun saat 19:00'da uyuyacağına. Bunu isteyeceğini düşünememiş, yönlendirmeye çalışmıştım. Etrafımdaki anneler, saat 22:00'lerde yatan, ağlak ve yaramaz çocuklarından bahsederken, bunun bir anne babanın kaderi olduğunu düşünmüştüm o ilk aylarda. Değildi, tek yapmam gereken oğlumu dinlemekti. Ben bunu bir tesadüf ile anladım.

Çok severek kullandığımız taşıyıcımız Ergo'yu aldığımız haftaydı. Bizimki neredeyse 5,5 kiloydu, 6 kilodan küçük bebekler için kullanılması gereken aparatı henüz almamıştım. İkinci bakıcı işe başlamıştı ki bu bakıcı mevzusu apayrı bir dosyaydı. Ergo'yu denemek için heyecanla bakıcının gitmesini bekledim çünkü saplantılı bir şekilde onun bebeği sırtına takıp tuvalete gidecebileceğini, açık ocağın yanına yaklaşabileceğini falan düşünüyordum. Bizimki de zaten bakıcı saat 18:30'da çıktıktan kısa bir süre sonra ağlamaya başlıyordu. Ben aç kalıyor, saatlerce hiç bir şey yapamadan onu kucağımda tutuyordum. Ergo çözüm olabilirdi bana. Kadın gider gitmez, ergoyu önüme astım, oğlanı içine koydum, onu severek mutfağa gidip kendime yiyecek hazırladım. Masaya geldiğimde uyumuştu. Şok geçirdim. Sesimi çıkarmadan, hiç kımıldamadan oturdum ve bir saate yakın göğsümdeki o minnoş yanakları izledim. Babası geldi, bizimki uyandı. Babası hikayemize inanamadı. Sonra beslendi ve uzun bir uyku daha çekti. O gece aklıma bebekler ve gece uykusuna geçiş ile ilgili okuduklarım geldi. Ertesi gün bakıcı gider gitmez aynı rutini uyguladım. Yine bir saat uyudu. Gece zaten uyuyordu ama gece olana dek ağlamaktan perişan oluyoru. İki haftaya yakın bu şekilde, ağlamadan sızlamadan saat 19:00'da uyumayı başardık. Sonrasında kendisi Ergo'da uyumaktan rahatsız oldu ama aynı saatte kucağımda biraz uyutup, yatağımıza koymaya başladık. Artık sözde "kolik"i geçmiş bir bebeğimiz vardı.

İşte biz tatlı oğlumuzun ebeveyinleri olarak o zaman anladık ki, bebeklerin minik bedenleri ve narin ruhlarının bizim o koca koca zorlu hayatlarımıza ayak uydurması imkansızdı. O bizim düzenimize uyamazdı, biz onun düzenine uymak zorundaydık. O günden sonra tüm aile, oğlumuzun bakımında bunu felsefe edindik. Hiç ağlatmamaya çalıştık oğlumuzu, izledik, dinledik, memnun olmuyorsa başka yöntemler denedik. Gördük ki onun zaten müthiş bir düzeni var. Ve sanırım onunla iletişim kurmayı, derdini anlamayı başardık. Darısı tüm yeni annelerin başına :)


5 Şubat 2012 Pazar

TOKSOPLAZMA, BİZİM OĞLAN VE BİZİM KIZ!



Eyvah bizim kızın hali ne olacak dedirtir çoğu zaman (evcil dostumuz). Bebek prematüre ise, iş çevre baskısı ve bilmişler ordusu ile daha bir karışır. Üstelik bu bilmişler, toksoplazma diye bir şeyin varlığından pek haberdar olmadan atıp tuttuklarından, bir de bunu bilseler, neler derler korkusu ile ağzınızı açıp test yaptırdık, işin üstündeyiz dahi diyemezsiniz.


Toksoplazmayı hamilelikten önce, evcil hayvanlar ile ilgili makalelerin yer aldığı bir siteden, bir başka hayvan dostu hanımın deneyimlerinden, tesadüfen öğrendim. Toksoplazmayı farkına varmadan atlatan da, kanser şüphesi ile kesilip biçilmeden önce fark eden de var. Kuruntu yapmayın ama bu linkteki gibi haberler de mevcut. (Haberin Türkçesini de bu linkten okuyabilirsiniz.) Bu tip haberleri okuyan pek çok aile, araştırıp karıştırmadan, hayatlarını baştan kurup, evcil hayvanlarını yuvasız bırakabiliyor. Ne kadar okursak okuyalım, ne kadar kışkırtılırsak kışkırtılalım, ne kadar korkarsak korkalım biz bunu tercih etmedik. Vicdanımız el vermedi diyemem çünkü böyle bir şeyi aklımızdan bile geçirmedik ki vicdanımızca sorgulansın.


Toksoplazma ile ilgili basit bir araştırma yaptığımda karşıma bu sitedeki gibi tanımlar çıktı. Sonra doktorumuza da danışıp, önlemler almaya başladım;

  • Toksoplazmadan korunmaya gebelikten bir süre önce başladım,
  • Konu hakkında doktorumdan detaylı bilgi aldım,
  • Havuç'un tuvaletini temizleme işini eşime devrettim,
  • Sokak kedileri ile aşkıma ara verdim, Havuç ile aşk yaşamaya devam ettim,
  • El temziliğme özen gösterdim, ellerimi sık sık yıkadım,
  • İş yeri kedilerimizden ve onların gezindikleri yerden uzak durmaya, onları kızdırmamaya gayret ettim.
  • Sokakta oraya buraya sürünmeden, gördüğüm her şeye dokunmadan yaşamaya çalıştım:D,

ve gebelik boyunca, belki de bunların hiç birine uymasam da yakalanma ihtimalimin düşük olduğu toksoplazmadan uzak durmayı başardım. "Kedili evde prematüre bebek"in zorlukları ile mücadele planımız ise söyleydi; 

  • Evi sürekli temiz tuttuk. Hijyen daha doğru bir laf olabilir. Bolca dezenfektan kullandık,
  • Ben bebekle ile ilgilenirken biri mutlaka evin dezenfektasyonu ile ilgilenmeliydi. Annem torun aşkıyla tüm şımarıklıklarıma rağmen bu işin üstesinden fena geldi, (bir yardımcı değil, yakınınız olmalı, biz başka birisine güvenemedik, sonra da ne kadar haklı olduğumuzu gördük),
  • Havuç ile ilgilenecek biri mutlaka olmalıydı, çünkü 15 yaşında da olsa, o bir bebekti,
  • Ben ve el kadar oğlum mümkün olduğunca steril, bir alanda yaşamaya çalıştık. Havuç'tan da, kimyasallardan da uzak kalmalıydık. Bu yüzden ilk ayı annem ve eşim dışında kimsenin girmediği bir odada geçirdik. Bu dönemde twitter benim en yakın arkadaşım oldu :D,
  • Bebeğin odasının kapısına tel yaptırdık. Bu sürgülü tel sayesinde kedimiz merakını gideriyordu ama biraz erken davrandık zira, bizimki hala odamızda uyuyor,
  • Sterilizasyon için, güvenilir markaların hastane tipi dezenfektanlarından aldık ki kedimizi sevmemize de engel olmasın hiç bir bakteri.
Yoğun bakımın son günü, oğlumuza kavuştuğumuz o anda, doktora sorduğumuz ilk soru, sanki bir suç işlemişcesine yönelttiğimiz; "bizim kedimiz var, ne yapacağız" sorusu oldu. Aldığımız cevap, işe noktayı koydu.

Dr: Kediniz vahşi mi?
Biz: Değil (şu güzellik vahşi olsa ne olur?)
Dr: O zaman problem nedir?

İşte duymak istediğimiz buydu. Biz yine de önlemlerimizi aldık çünkü her yoğun bakım ailesi gibi, biz de çok korkuyorduk,  çok endişeliydik baş başa kaldığımız bilinmezden.

Bir süre önce oğlumuz, narin kızımız Havuç'u fark etmeye başladı. Tüylerine yapıştığı gibi iki eliyle hayvancağızı "yoldu". Avuçlarını görmeliydiniz, küçük bir canavar gibiydi. Zor temizledik tüyleri ama hiç birimiz mutsuz olmadık. Biz bir hayvan ile büyüyen çocukta, hijyen ya da tüm diğer zorluklarla baş etmek için vereceğimiz özverinin karşılığını göreceğimize inandık sonuna kadar, gül gibi geçinip gidiyoruz.

20 Ocak 2012 Cuma

BANYODAN KORKMA!


   Yenidoğan ebeveyinlerinin büyük telaşlarından biridir banyo. O minincik bedeni incitmeden temizleyebilmenin yollarını arar pek çok anne baba. Hele de bebeğiniz prematüre doğmuş ise, en büyük korkularınızdan biri haline gelir banyo. Bizim de büyük endişemizdi...

Beni banyo konusunda rahatlatan, her şehirli, çekirdek aile bireyi yeni anne gibi, onu kucağıma alır almaz yaşadığım emzirme korkularını yenmek için danıştığımız bir hemşire oldu. Mümkünse her gün bayo yaptırın, rahatlamasına yardımcı olacak, büyümesini kolaylaştıracaktır, korkmayın onlar oldukça esnek ve dayanıklılar, siz annesisiniz, gereken özeni göstereceksinizdir dedi. İç güdülerime güvenmemi telkin etti. "Büyümesini kolaylaştırması" bilimsel dayanağa sahip mi bilemesem de banyonun çocukların uyku düzenin oturtmak için uygulanabilecek rutinlerin en vazgeçilmez parçası olduğunu söyleyebilirim ve ekleyebilirim,

bir bebeğe kolayca banyo yaptırabilmek için ihtiyacınız olan malzemeler;

Artık kendi oynuyor
  • Bir küvet,
  • Küveti yükseltecek bir sehpa,
  • Bir kova ve maşrapası :D,
  • İlk aylar için file, sonrası için dilerseniz suyun içinde rahat edeceği başka bir aparat,
  • Onu sarmalayabileceğiniz yumuşak, mümkünse organik, geniş havlular
  • Cildi ile uyumlu bir banyo şampuanı,
  • Dilerseniz yumuşak banyo süngeri, bir tülbent ya da yumuşak başka bir havlu,
  • Kış aylarındaysanız, banyonuz ya da banyo yaptıracağınız odanın sıcaklığını ayarlayabileceğiniz bir ısıtıcı,
  • Bebeğinizi giydirmenizi kolaylaştıracak alt değiştirme düzeneği,
  • Su termometresi.

Gözünüze çok gelmiş olabilir. Biz başta kovayı unutmuştuk, sonra kendimize çok güldük. Çocuğu dahili olmayan bir küvette başka nasıl yıkamayı hayal etmiştik bilmiyoruz.

Oğlumuzu ilk banyosu için küvetine soktuğumuzda mini bir şok geçirse ve o çırpı bacakları  tir tir titrese de 40'ı çıkana kadar banyodan çok keyif aldı. Sonra bir gün banyoda ağlamaya başladı. Sebebini çok sonra anladığımız bu ağlamalar dinmek bilmeyince, banyo sayımızı azalttık, çok hızlı banyolar yaptık ve çok sonra sebebini anladığımızda, önce onu suyla barıştırıp sonra da işi kökünden çözdük. Ağlamaların sebebini bir sonraki yazıda anlatacağım, sakın kaçırmayın çünkü ne doktorumuz, ne de danıştığım bir başka anne bu ipucunu vermedi bana :D

Sorunu çözmek için önce küvet banyosu sayısını azalttık. Her günden haftada 2 ye düşürdük. Sonra birlikte banyo yapmaya karar verdik. Anneannesi ile önce banyoda soyunma giyinme istasyonumuzu, giysilerimizi, bezimizi, kısacası gerekli her şeyi her gün saat 18:10'da hazır ettik. Sonra anneannesi konuşarak onu soymaya başladı. Ben de duşun suyu üzerinde bilim kadını gibi çalışarak sıcaklığını termometresiz, onu rahatsız etmeyecek bir dereceye getirmeye çalıştım. Annenannesi soyarken hiç çıplak bırakmadı. Açılan her yerini havlusu ile örttü, bana da havluya sarılı verdi. Sonra ona sarılıp havluyu bir kenara bıraktık. Böylece hiç yalnızlık çekmeden , sarılarak banyo yaptık. İki gün sonra bundan o kadar keyif almaya başladı ki, banyoya girdiğinde gülücükler saçıyordu. Soyunurken ağlamayı da kesmişti çünkü kendini güvende hissediyordu artık.

Şimdi sıra tekrar küvete alışmaktaydı. Yaklaşık 1 ay birlikte yıkanıp onun bir işaret vermesini bekledim. Annelik serüvenimin başlarında bir başarın var mı diye sorsalar, söyleyebileceğim ve kendimle gurur duyduğum tek şey, çocuğumun ihtiyaçlarına, isteklerine önem vermem ve işaretlerini okumayı çabuk çözmem derim. Onun bir karakteri olduğunu daha ilk hafta kabullendim. O bizi yönlendiriyordu. Hafta içi benimle, hafta sonu babasıyla banyoda çok eğlendi. Bir gün, kucağımda kendini ileri geri atmaya bacaklarını çırpmaya başladı. Suyla oyamaya çalışıyordu. Ona biraz daha zaman tanıdım. Hareketleri tekrar etti. Kendimce beklediğim işareti almıştım. Ertesi gün küveti doldurduk. İstasyonu hazırladık. Bacaklarını suya batırdığımızda onun gülen yüzünü görünce yaşadığım rahatlamayı tahmin edemezsiniz. Evet artık mutlu banyolar yapıyor, küvette yüzüyor, dönmeye falan çalışıyoruz. Birlikte bir işin daha üstesinden geldikçe, daha bir aile oluyoruz.


Bizden notlar:
  • Biz her gün şampuan kullanmıyoruz.
  • Şampuanlamak ve yıkamak için sadece ellerimizi kullanıyoruz. Kullandığımız şampuan ( Earth Mama Angel Baby ) kendinden köpük olarak çıkıyor ve işimizi çok kolaylaştırıyor.
  • Küvetin içinde herhangi bir aparat kullanmıyoruz, ellerimizi ona yastık yapıyoruz, bayılıyor özgür olmaya.
  • Küveti o soyunurken dolduruyoruz, suyun sesinin onu rahatlattığına inanıyoruz. 
  • Yüzüne su gelip öksürüp tıksırınca, sessiz kalıyor agresif hareketler yapmıyor, onu korkutmamaya çalışıyoruz. Şimdilik işe yarıyor, yüzü suya bile girse sesi çıkmıyor.
 İşte böyle banyoyla imtihanımız.