24 Şubat 2012 Cuma

ÇALIŞAN ANNE OLMAKTAN KORKMA VOLUME 1


<>
"yuvana hoş geldin" çiçeklerim
Korkma çünkü sen neler ile mücadele ettin bu güne dek, ne zorlukların üstesinden geldin, hem çalışıp hem bebeğine yetemeyeceğine inanıyorsan, yanılıyorsun. Aslında bu yapıp yapamama meselesi değil, zor bir seçim sadece, biliyorsun! Seçtiğin ile yaşamayı, mutlu olmayı öğreneceksin.

Ben çalışırken doğum yapan, işten çıkıp, valiz hazırlayıp doğuma giden bir anneyim. Oğlum erken doğunca, bana tanınan yasal doğum öncesi dinlenme iznini kullanamadım. Doğumdan bir kaç gün önce, 40 derece güneşin altında program çektim. 31'inci haftanın ortasıydı sanırım. Bu yüzden de kızdım hep kendime, erken doğumdan kendimi suçlu gördüm.

İlk iki ay artık çalışamayacağıma emindim, çünkü oğlum çok minikti, değil dört, değil altı aylık, dokuz aylık olsa da minik kalacaktı sanki. Yapamazdım.

Üç aylık olduğunda, başta kendim, sonra ailem olmak üzere herkesin başının etini yedim. Her arkadaşım ile bu konuyu konuştum. Dönmeli miyim, dönmemeli miyim? Dönmemiş anneler vardı ertafımda ve çok mutlulardı. Dönen annelerden de çok mutlu olanlar tanıyordum. Peki ya ben, ben ne yapmalıydım. Oğlumu elimden bırakamıyordum, kimselere veremiyordum, nasıl dönebilirdim ki işe? Üstelik kim bakacaktı? Bakıcı üstüne bakıcı değiştiriyor, hiç birisini beğenmiyordum. Son geleni de göndermiştik ve artık sadece iki hafta kalmıştı işe başlamama. Yeni biri başladı. Can havli ve içimde aniden gelişen güven duygusu ile attım oğlanı ilk gün bir, ikinci gün iki, haftanın sonunda üç saatliğine bakıcının eline. Oğlan durdu sandım, bir kaç kez feryadına denk geldim kapının dışında. Yok, olmadı yapamadım, anlamamıştı bakıcı oğlumu. Üstelik, annem inanılmaz iyi ve sevilen bir insan olmasına reğmen, anlaştığımız zamanların anlaşamadığımız zamanlardan çok olduğu bir anneydi. Doğumu takip eden ilk haftalarda müthiş bir tartışma ile kadını evine göndermiştim. Dayanamadım, ondan başka birine güvenmeme imkan yoktu. Aradım, geldi. Önce sadece bir süre bakıcının başında duracaktı. Sonra bakıcıya güvenmemekte 10.000 kere haklı çıktım. Bakıcı gitti. İşe başlama günüm geldi. O pazartesi, oğlum ve annemin büyük sınavı başladı. Bu sınavı nasıl geçtiklerini de yazacağım ama şimdi benden bahsedelim.

Bu süreci en çok zorlaştıran kişiler, acemi emziren annenin hayatını zinadana çevirenlere benzer. Sanki sen bilmiyorsun, atlayıvermişsin de onun söyleyeceği o çok önemli şeyi, hatırlatıp sana, kahraman olacakmış gibi konuşurlar. Ortak özellikleri çoktur;

her ana bu klüp ile kavga edecektir
-Aaaa daha küçükcük bebeği nasıl bıraktın,
-Onun sana en çok ihtiyacı olduğu zaman,
-Emzirmiyorsun o zaman,
-Ahhhh yazıııııkkkk, zavallııı
-Senin yerinde olsam çalışmazdım,
-Çok mu kötü maddi durumunuz,
-Benim durumum olsa, çalışmazdım,
-E baksın sana kocan, bakmıyor mu? vb.

Şimdi okurken yuh saçmalama diyor olabilirsiniz ama bunların hepsini duydum, bizzat bana da söylendi, çevremde de gördüm. Önce kendimle, sonra kararımla ve en son da bunlarla mücadele ettim işe başlama sürecimde. Çok az ağladım, kendime güvendim, annem sağlam olduğu, oğluma bakacak güçte olduğu için şükrettim (kabul ediyorum hormonların etkisi ile çok kez riyakarlık da ettim), yoğun iş hayatına kendimi akıntıya bırakır gibi bıraktım...

İlk haftalarda, her sabah oğlumu emzirdim, işe gelip süt sağdım, saat 12:00'yi gösterir göstermez eve gidip oğlumu emzirdim. İşe dönüp süt sağdım, 16:30'da çıktım, hemen eve gittim onu emzirdim. Böylece annem oğlumu yalnızca iki ya da üç kez biberonla besledi. Günde en az 6 kez emiyordu hala. İşim çok zor, süt sağma mesaisi ise çok yorucu ve yoğundu. Alıştım... Alışamadığım tek şey, kokusuna uzak olmak oldu. Fotoğraflarına baktım sürekli.

Sonra kısa öğlen aralarında acıkmamaya başladı, ben de ilk sütü iş yerinde değil, öğlen arasına dek sabretim evde sağmaya başladım. Sağım mesaisi azaldı ama zamanım da azalınca, strese girdiğim için sütüm az çıkmaya başlamıştı. Çok üzülüyor, yoğunluğuma bağlıyordum. İş yerinde sadece bir kez sağıyordum artık. Eve gelip emzirmeye devam ettim.

Bu ayın ortasında, artık eve gitmemeye başladım. Sütüm de otomatik olarak neredeyse iki katına çıktı. İş yerinde çok rahat ve temiz bir ortamda, müzik eşliğinde sağabiliyordum. Bu da eve gitmemeye alışmamı kolaylaştırdı. Bizimki çok aramadı beni. Ben çok aradım. Akşam eve koşa koşa gittim. Bir kez iş yerinde süt sağıp sonra eve gittiğimde sağdım. Oğlum artık 6 ayını geçmişti ve geceleri anne sütünü kaşık maması ile karıştırmaya başlamıştık. O yüzden uyumadan önce emmiyor beni süt sağma makinesi ile baş başa bırakıyordu. Keza gece de mutlaka bir kez sağmak durumundaydım. Günde 3 kez süt sağıyor, 3 kez de emziriyordum artık. Hala sitem ediyorum. Şu annene bir kolaylık yap diyorum, ıhhh mıııh anneannenin omuzuna kaçıyor. Geceleri ve gündüz işe gelmeden hala emiyor. Henüz ek besine geçmedik. Ane sütü ve gece kaşık maması ile devam ediyoruz. Beslenme sürecini böyle böyle oturttuk.

Sırada özlem ve aniden çökecek yoğun iş yükü ile başa çıkmak vardı.

20 Şubat 2012 Pazartesi

KOLİK Mİ, UYKU SAATİ Mİ, BEBEĞİNİZ SİZE SÖYLER!


İsyan


Her anne hassastır!

Bebeğimiz doğmadan önce büyük hayaller kurar, ona en iyi şekilde bakabilmek için okumadık kitap, araştırmadık kaynak bırakmayız biz (buna karşı olanlar olsa da, ben kitapların faydasını görmüş bir anneyim). "Yediği gdo'suz, giysileri organik pamuk olsun, allerjenlerden uzak dursun"dan, kafayı kırıp, "aman bezi klorla beyazlatılmasın"a kadar ince hesaplara dalar, bir yandan uyumak ister, öte yandan uyuyamaz, nefesini kontrol ederiz. Bazen bu yorgunluğun, hassasiyetin bedeli bebeğimiz ile aramızı bozar, kocaman bir iletişim problemi ile başbaşa kalırız. En acısı ise, hiç bir dostun, akrabanın, annenin size bu sorunu bir iletişim problemi olarak tanımlamayacak olmasıdır.


Bir bebekle iletişim kurabilmek, öyle pek kolay bir şey de değildir. Sabır gerektirir. Çok izlemeniz, çok dinlemeniz, gözünüzü üzerinden ayırmadan, başbaşa saatler geçirmeniz gerekir. Bu bir konsantrasyon işidir :) Bu yola girebilmeniz için biraz sessizlik, sessizliğe tahammül edebilmek için de biraz cesaret elzemdir.

Doğumdan sonraki ilk haftalar, sandığımızdan çok meşgul oluruz. Emzirmek ve uyku gibi iki büyük mücadelenin yanına, değişen rutinimizin yansımaları, değişen bedenimizin psikolojik etkileri, hayatımıza ve ailemize dair kaygılar, her kafadan çıkan ayrı sesi yorumlama çabası gibi ekstra yorucu zihinsel faaliyetler de eklenir ve bebeğimize göstermemiz gereken özeni biz öyle sansak da gösteremeyiz.

Kakafoni, bir süre sonra bebeğimizin yaşayan, gelişen, öğrenen ve iletişim kurmaya çalışan bir varlık olduğunu "kısa bir süre" bize unutturabilir. Bebeğimizin bizim uydurduğumuz dilleri konuşamıyor ama insancayı pek de güzel konuşuyor olduğunu unutur, ağlamayı bir bebeğin tek iletişim şekli olarak gören inanca amade oluruz. Bana göre ağlamak, iletişim kuramayan bebeğin sabrının sonu, feryadı. Feryat noktasına gelmiş çocuğa ise toplumsal yakıştırmamız hazır; kolik!!

Daha önce banyo yazımda, oğlumuzun banyo ağlamalarının bir süre sonra geçtiğini, bunun için denediğimiz yöntemleri yazmıştım. Dönemdaş "kolik" ağlamaları da banyo ile aynı zamanda çözülmüştü. Bana göre bu işin bir püf noktası vardı. Biz bu problemleri, oğlumuz ile iletişim kurmayı başardığımızda çözmüştük. Aslında baştan beri belli bir uyku düzeni olan fakat prematüre doğduğu için müdahale edip düzenini bozduğumuz oğlumuz, gece uykusu için aynı saatte uyumak istiyordu. Oysa biz onu saat 21:00'de banyo yaptırmaya çalışıyorduk. Zaten yorulmuş, bitkin düşmüş çocuk, onun o minicik bünyesinin dinlenmeden kaldırması imkansız olan banyoya girince, basıyordu feryadı. Çok ta haklıydı. Banyodan bir süreliğine vazgeçtiğimizde ise kolik geçmemiş, feryat figan haftalarca evimizden eksik olmamıştı. Hep aynı saatlerde başlıyordu ağlamaya. Herkes hah bu kesin kolik, böyle olur, fön çalıştırın, sıkı sıkı sarın, bıdı bıdı diyordu. Dahası o fön acayip işe yarıyordu.

Tracy ve Kim her çocuğun bir düzeni olduğundan bahsetmiş ve gece uykusu için ideal saatlerin saat 19:00 olabileceğini yazmışlardı ama ben ihtimal bile vermemiştim benim çocuğumun saat 19:00'da uyuyacağına. Bunu isteyeceğini düşünememiş, yönlendirmeye çalışmıştım. Etrafımdaki anneler, saat 22:00'lerde yatan, ağlak ve yaramaz çocuklarından bahsederken, bunun bir anne babanın kaderi olduğunu düşünmüştüm o ilk aylarda. Değildi, tek yapmam gereken oğlumu dinlemekti. Ben bunu bir tesadüf ile anladım.

Çok severek kullandığımız taşıyıcımız Ergo'yu aldığımız haftaydı. Bizimki neredeyse 5,5 kiloydu, 6 kilodan küçük bebekler için kullanılması gereken aparatı henüz almamıştım. İkinci bakıcı işe başlamıştı ki bu bakıcı mevzusu apayrı bir dosyaydı. Ergo'yu denemek için heyecanla bakıcının gitmesini bekledim çünkü saplantılı bir şekilde onun bebeği sırtına takıp tuvalete gidecebileceğini, açık ocağın yanına yaklaşabileceğini falan düşünüyordum. Bizimki de zaten bakıcı saat 18:30'da çıktıktan kısa bir süre sonra ağlamaya başlıyordu. Ben aç kalıyor, saatlerce hiç bir şey yapamadan onu kucağımda tutuyordum. Ergo çözüm olabilirdi bana. Kadın gider gitmez, ergoyu önüme astım, oğlanı içine koydum, onu severek mutfağa gidip kendime yiyecek hazırladım. Masaya geldiğimde uyumuştu. Şok geçirdim. Sesimi çıkarmadan, hiç kımıldamadan oturdum ve bir saate yakın göğsümdeki o minnoş yanakları izledim. Babası geldi, bizimki uyandı. Babası hikayemize inanamadı. Sonra beslendi ve uzun bir uyku daha çekti. O gece aklıma bebekler ve gece uykusuna geçiş ile ilgili okuduklarım geldi. Ertesi gün bakıcı gider gitmez aynı rutini uyguladım. Yine bir saat uyudu. Gece zaten uyuyordu ama gece olana dek ağlamaktan perişan oluyoru. İki haftaya yakın bu şekilde, ağlamadan sızlamadan saat 19:00'da uyumayı başardık. Sonrasında kendisi Ergo'da uyumaktan rahatsız oldu ama aynı saatte kucağımda biraz uyutup, yatağımıza koymaya başladık. Artık sözde "kolik"i geçmiş bir bebeğimiz vardı.

İşte biz tatlı oğlumuzun ebeveyinleri olarak o zaman anladık ki, bebeklerin minik bedenleri ve narin ruhlarının bizim o koca koca zorlu hayatlarımıza ayak uydurması imkansızdı. O bizim düzenimize uyamazdı, biz onun düzenine uymak zorundaydık. O günden sonra tüm aile, oğlumuzun bakımında bunu felsefe edindik. Hiç ağlatmamaya çalıştık oğlumuzu, izledik, dinledik, memnun olmuyorsa başka yöntemler denedik. Gördük ki onun zaten müthiş bir düzeni var. Ve sanırım onunla iletişim kurmayı, derdini anlamayı başardık. Darısı tüm yeni annelerin başına :)


5 Şubat 2012 Pazar

TOKSOPLAZMA, BİZİM OĞLAN VE BİZİM KIZ!



Eyvah bizim kızın hali ne olacak dedirtir çoğu zaman (evcil dostumuz). Bebek prematüre ise, iş çevre baskısı ve bilmişler ordusu ile daha bir karışır. Üstelik bu bilmişler, toksoplazma diye bir şeyin varlığından pek haberdar olmadan atıp tuttuklarından, bir de bunu bilseler, neler derler korkusu ile ağzınızı açıp test yaptırdık, işin üstündeyiz dahi diyemezsiniz.


Toksoplazmayı hamilelikten önce, evcil hayvanlar ile ilgili makalelerin yer aldığı bir siteden, bir başka hayvan dostu hanımın deneyimlerinden, tesadüfen öğrendim. Toksoplazmayı farkına varmadan atlatan da, kanser şüphesi ile kesilip biçilmeden önce fark eden de var. Kuruntu yapmayın ama bu linkteki gibi haberler de mevcut. (Haberin Türkçesini de bu linkten okuyabilirsiniz.) Bu tip haberleri okuyan pek çok aile, araştırıp karıştırmadan, hayatlarını baştan kurup, evcil hayvanlarını yuvasız bırakabiliyor. Ne kadar okursak okuyalım, ne kadar kışkırtılırsak kışkırtılalım, ne kadar korkarsak korkalım biz bunu tercih etmedik. Vicdanımız el vermedi diyemem çünkü böyle bir şeyi aklımızdan bile geçirmedik ki vicdanımızca sorgulansın.


Toksoplazma ile ilgili basit bir araştırma yaptığımda karşıma bu sitedeki gibi tanımlar çıktı. Sonra doktorumuza da danışıp, önlemler almaya başladım;

  • Toksoplazmadan korunmaya gebelikten bir süre önce başladım,
  • Konu hakkında doktorumdan detaylı bilgi aldım,
  • Havuç'un tuvaletini temizleme işini eşime devrettim,
  • Sokak kedileri ile aşkıma ara verdim, Havuç ile aşk yaşamaya devam ettim,
  • El temziliğme özen gösterdim, ellerimi sık sık yıkadım,
  • İş yeri kedilerimizden ve onların gezindikleri yerden uzak durmaya, onları kızdırmamaya gayret ettim.
  • Sokakta oraya buraya sürünmeden, gördüğüm her şeye dokunmadan yaşamaya çalıştım:D,

ve gebelik boyunca, belki de bunların hiç birine uymasam da yakalanma ihtimalimin düşük olduğu toksoplazmadan uzak durmayı başardım. "Kedili evde prematüre bebek"in zorlukları ile mücadele planımız ise söyleydi; 

  • Evi sürekli temiz tuttuk. Hijyen daha doğru bir laf olabilir. Bolca dezenfektan kullandık,
  • Ben bebekle ile ilgilenirken biri mutlaka evin dezenfektasyonu ile ilgilenmeliydi. Annem torun aşkıyla tüm şımarıklıklarıma rağmen bu işin üstesinden fena geldi, (bir yardımcı değil, yakınınız olmalı, biz başka birisine güvenemedik, sonra da ne kadar haklı olduğumuzu gördük),
  • Havuç ile ilgilenecek biri mutlaka olmalıydı, çünkü 15 yaşında da olsa, o bir bebekti,
  • Ben ve el kadar oğlum mümkün olduğunca steril, bir alanda yaşamaya çalıştık. Havuç'tan da, kimyasallardan da uzak kalmalıydık. Bu yüzden ilk ayı annem ve eşim dışında kimsenin girmediği bir odada geçirdik. Bu dönemde twitter benim en yakın arkadaşım oldu :D,
  • Bebeğin odasının kapısına tel yaptırdık. Bu sürgülü tel sayesinde kedimiz merakını gideriyordu ama biraz erken davrandık zira, bizimki hala odamızda uyuyor,
  • Sterilizasyon için, güvenilir markaların hastane tipi dezenfektanlarından aldık ki kedimizi sevmemize de engel olmasın hiç bir bakteri.
Yoğun bakımın son günü, oğlumuza kavuştuğumuz o anda, doktora sorduğumuz ilk soru, sanki bir suç işlemişcesine yönelttiğimiz; "bizim kedimiz var, ne yapacağız" sorusu oldu. Aldığımız cevap, işe noktayı koydu.

Dr: Kediniz vahşi mi?
Biz: Değil (şu güzellik vahşi olsa ne olur?)
Dr: O zaman problem nedir?

İşte duymak istediğimiz buydu. Biz yine de önlemlerimizi aldık çünkü her yoğun bakım ailesi gibi, biz de çok korkuyorduk,  çok endişeliydik baş başa kaldığımız bilinmezden.

Bir süre önce oğlumuz, narin kızımız Havuç'u fark etmeye başladı. Tüylerine yapıştığı gibi iki eliyle hayvancağızı "yoldu". Avuçlarını görmeliydiniz, küçük bir canavar gibiydi. Zor temizledik tüyleri ama hiç birimiz mutsuz olmadık. Biz bir hayvan ile büyüyen çocukta, hijyen ya da tüm diğer zorluklarla baş etmek için vereceğimiz özverinin karşılığını göreceğimize inandık sonuna kadar, gül gibi geçinip gidiyoruz.